Hayal Dilinde Hakikat

Herta Müller – Çağlar Tanyeri

İlk söyleşimiz çeviri hayatına ilk kez Herta Müller’ in Herztier’i ile başlayan iki çevirmeni yan yana getiriyor. Çağlar Tanyeri, 1997 yılında ilk çevirisini hazırladığı romanı yeniden düzenleyerek yakında Siren Yayınları’ndan yayına hazırlıyor. Hesen Ildız, Almanca Kürtçe edebi çeviri yolculuğuna Dilajal ile başlıyor. Söyleşi, Lal Laleş’in çeviri ve moderasyonunda iki dilli olarak bu iki farklı çeviri deneyimini ve Herta Müller’in edebiyatını değerlendiriyor. Çervantes kitaplığı için çevrilen kitaplar, yazarlar ve edebiyat dünyaları kadar dillerin dünyasını , çeviri süreçlerini, çevirinin imkanlarını ve ulus-ötesi gündemde ulusal edebiyatın inşasını düşüneceğimiz Çeviri Adası söyleşileri başlıyor. Bu seride üç kadın yazarın dünyasına açılırken ekoeleştirel düşünce bağlamında eleştiri pratikleri yapıyoruz.

Bu söyleşi 29 Aralık 2021’de yayınlanmıştır.

Çevirmenin yazarıyla kuracağı bağlantı çeviri tarihi açısından da bir belgedir

Yaklaşık 25 yıl önce Herta Müller’in Yürekteki Hayvan çevirisiyle birlikte yayın dünyasında adını duyurmaya başlayan akademisyen ve çevirmen Çağlar Tanyeri, bugüne kadar aralarında Wilhelm Genazino’nun O Gün İçin Bir Şemsiye’si, Franz Kafka’nın Dava’sı, Dönüşüm’ü, Felice’ye Mektuplar’ı, Stefan Zweig’ın Satranç’ı, Dieter Forte’nin Sırtımdaki Ev’i, Vittorio Hösle’nin Ölü Filozoflar Kahvesi’ni, Joseph Vogl’un Tereddüt Üzerine’si olmak üzere birçok kitabı Türkçeye çevirdi. Norbert Gstrein’ın İngiltere Yılları, Christoph Ransmayr’ın Son Dünya, Rolf Lappert’in Eve Yüzmek adlı romanları başta olmak üzere artık satışta olmayan başka edebiyat eserleri de yine Tanyeri’nin Türkçesiyle okurlarla buluşarak Türkçedeki Alman edebiyatı kitapları arasına girdi.

İstanbul Üniversitesi Almanca Mütercim Tercümanlık bölümünün kurulmasından bu yana edebiyat derslerinin yanı sıra yazın çevirisi ve çeviri eleştirisi dersleri veren Çağlar Tanyeri’yle bir araya gelince elbette en çok akademik eğitimle çeviri pratiğini konuştuk; ben çeviri eleştirisinin yazılmadığından şikâyet edecektim ki ters köşe yapıp o bana sordu: “Peki, edebiyat eleştirisi yazılıyor mu?” Haksız değil tabii. Biz yine de çeviri eleştirisinin neden yazılamadığını, akademisyenlerin niye eleştiri yazmaktan uzak durduklarını ve hepsinden önemlisi bir çeviri eleştirisinin nasıl olması gerektiğini uzun uzadıya konuştuk.

Mevzu Almancadan yapılan çeviriler olunca konu ister istemez Stefan Zweig çevirilerine de geldi. Nedenlerini tartıştık, durumu konuştuk ve bu Zweig patlamasının daha çok tartışılacağını düşünerek konunun çeviri eleştirisi ve aynı zamanda çeviri sosyolojisi alanlarına çok iyi malzeme çıkardığına kanaat getirdik.

Bu arada, Çağlar Tanyeri’den çevirmen adayları için tavsiyeler almayı da ihmal etmedim. Buyurun, sohbetimize siz de ortak olun, birlikte tartışalım.

‘90’lı yıllardan yakın zamana kadar aktif olarak hem Çeviribilim alanında eğitim verdiniz hem de çeviriler yaparak kuramsal yaklaşımla uygulamayı birlikte yürüttünüz. Biraz çeviri eğitiminizden bahsedebilir misiniz?

Neresinden bakarsanız altı yıldır kurumsal eğitim görevinin içinde olmadığımı ve bu süreçte çevirilere ağırlık vermiş olduğumu belirtmekle başlayayım söze. Ama tabii önceki yıllarda eğitim ve çeviri faaliyetimiz, sizin de söylediğiniz gibi, iç içe yürüyordu. Benim öğrencilik yıllarım olan ‘80’lerin başında üniversitelerde, Boğaziçi Üniversitesi hariç henüz bugünkü gibi çok sayıda çeviri bölümü olmadığı için sistematik bir çeviri eğitiminden geçmedim.

Siz edebiyat mezunuydunuz değil mi?

Evet, İstanbul Üniversitesi Alman Dili ve Edebiyatı mezunuyum, yani eğitimini aldığım asıl alan, benim dönemimdeki değerli hocalarımız sayesinde bana çok şey katmış olan filoloji. Öte yandan bu alanda da eğitimin bir parçası olarak uygulamalı çeviri dersleri görüyor, ancak metinleri çevirinin geniş bağlamından yalıtılmış, bağımsız birimler olarak ele alıyorduk daha çok. Aynı yıllarda Metis Çeviri ve Yazko Çeviri gibi süreli yayınlar çeviri faaliyetini kuramsal bilgiyle birleştirerek yine çeviri üzerinden içeriye taşımaya başlamıştı, o dönemde bu dergilerin bir okul niteliği taşıdığını söyleyebilirim rahatlıkla. Ayrıca benim kuşağım cumhuriyet tarihimizde dönem dönem çevirmenin kültürel bir özne olarak ağırlığını koyduğu ve belli yönlerde bir dil-eylem davranışı sergilediği ürünlerle yoğruldu. Daha sonra, özellikle de İstanbul Üniversitesi’nde (benim de içinde bulunma ve tanıklık etme fırsatını elde ettiğim) bölüm kurma sürecinde dış ve iç bilgi kaynaklarımız genişledikçe çevirinin metinden ibaret olmadığını, metnin karmaşık ilişkiler ağının sadece bir parçası olduğunu ve ne kaynak metnin ne de erek metnin bu iletişimsel ilişkiler ağından bağımsız düşünülebileceğini kavramaya başladık. Değerli hocalarımın danışmanlığında tamamladığım doktora çalışmam bir edebiyat çevirisi örneği üzerinden kuramsal bilgiyle çeviri pratiğini, sizin deyişinizle bir tür harmanlama çabasıdır diyebilirim.

Peki, bu harmanlama çabasını biraz daha açmanızı istesem.

Çevirmen olarak her ne kadar kuramsal bilgiyle çeviri pratiği arasında düz ve nedensel bir ilişki olduğunu düşünmesem de edebiyatbilim ve çeviribilim kaynaklarındaki kuramsal bilginin çevirmenlerde, kendi eylemleriyle ilişkisi bakımından çok yönlü bir farkındalık bilinci biçimlendirme özelliği taşıdığını söyleyebilirim rahatlıkla. Çeviribilim, çevirmen adayının uzmanlaşmak amacıyla seçtiği alanda yer alan kaynak ve erek dildeki mevcut metinlerin diline ve kültürel bağlamına hâkim olacak şekilde, başka bir deyişle kültürlerarası iletişim uzmanlığı yönünde yetiştirilmesini bir eğitim hedefi olarak koyuyor. Akademinin (edebiyat alanında) bu işlevini şu anda ne kadar yerine getirdiğini bilmiyorum. Ama bir tık önceki dönemden çıkan pırıl pırıl çevirmenler ve editörler var. Harmanlanmış yaklaşımı layığıyla hayata geçirerek sürdürüyorlar. Böyle devam edeceğini/etmesini diliyor ve umuyorum.

Hem İstanbul Üniversitesi’nde hem Okan Üniversitesi’nde Mütercim Tercümanlık bölümlerinde edebiyat çevirisi ve eleştirisi dersi verdiniz. Peki, kuramda kabul edilen eleştiri yaklaşımının mevcut yayın dünyasında uygulandığını düşünüyor musunuz? Şöyle sorayım ya da çeviri eleştirisi yazılıyor mu?

Sorunuzun birinciyi de içeren ikinci bölümünü sevdiğim için oraya sıçrayayım hemen. Akademik mecrada nicedir çeviri eleştirisinin kuramına dair değerli yayınlar var. Ancak bu birikim pratiğe yansıyor mu sorusu, ayrı bir konu. Öte yandan, geçmişteki süreli yayınları yakından takip eden birisi olarak aynı minvalde, edebiyat eleştirisi yazılıyor mu, diye de sorabilirim. Benim izlenimim, bu alanların epeyce daralmış olduğu yönünde.

Sizce nedir bunun sebebi?

Hayatın hızlı akışını ve bana göre içinde bulunduğumuz cendereyi unutmamak gerek. Yazılar gittikçe kısalıyor, bilgiler hap hâline geliyor galiba. Akademi dünyasında eğitsel ve bürokratik yükün yanı sıra akademisyenlerin düzenli bir çeviri eleştirisi faaliyetinde bulunması hiç kolay değil. Dolayısıyla okur boyutuyla izlediğimiz mevcut genel manzara, çeviri metnin esasında (bir) çevirmenin elinden çıktığına/yazıldığına yönelik bilinçli bir yaklaşım sergilemiyor, yazar ve belki yayınevi daha ön planda; son yıllarda aynı metnin eşzamanlı, çok çevirili dünyasında ben de çevirmen olarak yer aldığım için nasıl baş döndürücü sayısal bir şişme olduğunu tanıklık etmiş oldum. Ama bu manzaraya öbür taraftan, çeviri eleştirisi yönünden baktığınızda kullanılabilecek muazzam bir malzeme birikmiş durumda. Öte yandan çeviri eleştirisinin, zaman içinde akademinin açtığı kanaldan geçerek pratik mecraya aktığını ve bu sürece tanıklık yapmış birisi olarak bunun gayet olumlu olduğunu düşünüyorum. Çevirmen olarak editörünüzle verimli bir çalışma yürütüyorsanız, çevirilere kimi zaman çevirmenler tarafından dönem, yazar, metin ve çeviri sürecini aydınlatan bilgiler ekleniyorsa, hatta sosyal medyada çeviriyle ilgili kafanızı açan bir ileti görebiliyorsanız, çeviri eleştirisi hayatımızın içine girmiş demektir. Ben bu noktada, bana göre pratiğin içinde zaten çeviri eleştirisi yapmak durumunda olan editörlere, ki bunların arasında değerli akademisyen arkadaşlarımızın da olduğunu biliyorum, iş düştüğünü ve emeklerinin değerli olduğunu düşünüyorum.

Madem konuyu “metnin çok çevirili dünyası”na getirdiniz, hemen sorayım: Nedir bu Stefan Zweig patlaması? Piyasada Zweig çevirmemiş Almanca çevirmen kalmadığından şikâyet eden yayıncılar var.

Doğrusu bilmiyorum! Piyasa, okur, dağıtımcı, yayınevi ve eşzamanlı yeniden çeviriler arasındaki bağlantıları benden çok daha iyi çözümleyebilecek dostlar var. Benim görebildiğim, bu tür patlamaların yasa gereği telif haklarının satın alınmasına gerek kalmayan yazarları içermesi, sözgelimi Kafka için de aynı şey geçerli değil mi?

Tabii, telif süresi dolan yazarlarda böyle bir patlama oluyor ama Zweig’da sanki başka bir durum var.

Bir dönem ve belki hâlâ gençlerin, galiba özellikle de kadınların toplu taşıma araçlarında, kafelerde Stefan Zweig’ı elinden düşürmediğini biliyorum. Stefan Zweig gerçekten de okuru nasıl kavrayacağını bilen, ‘hikâye nasıl bitecek’ dedirten, psikolojik gözlemleri yoğun, betimlemeleri incelikli, iç monolog, diyalog, ben-anlatıcı gibi anlatım araçlarını ustaca kullanan, (kimi zaman gerçek tarihsel) karakterleri canlı, modernist geleneğin önemli bir halkası olan bir yazar. Ayrıca etnik ve dinî kimlikleri edebiyat üzerinden gözlemlemiş olması bakımından da güncel göndermeleri var. Ne var ki bu özellikler, niye böyle bir patlama olduğunu yanıtlamaya yetmiyor galiba.

Sizce bu kadar çok Zweig çevirisinin olması gerekli mi?

Benim fikrimin ötesinde, serbest piyasanın dengeleri, arz talep böyle bir rekabete yol açabildi demek ki. Esasında tam da bu ortamda çevirmenlerin görünür olması, çeviride seçiciliğin olması beklenirken, çoğu zaman yazar ve yayınevi öne çıkıyor galiba. Bu anlamda oyunun kurallarıyla veya yönlendirmelerle ilgili bilgi sahibi olduğum söylenemez. Öte yandan bu durum, çeviri eleştirisi, özellikle de sanırım çeviri sosyolojisi için muazzam bir veri.

Bir çeviri eleştirisi nasıl olmalı peki? 

Öğrendiklerimden kendi adıma çıkarsadığım çeviri eleştirisi yönü pratikte öncelikle olumlu ve çevirmeni destekleyici olmalı! Sıkça kulağımıza gelen intihaller de çeviri eleştirisinin yakıcı bir konusu olsa gerek, çevirinin kalite kontrolünü yaparken çevirmenin içinde bulunduğu maddi koşullar da öyle. İkinci dilden çeviriler başlı başına bir konu. Öte yandan çevirilerde maddi hata elbette yok sayılmamalı ama maddi hatanın metin bütünlüğü içindeki temsili yeri ve değeri iyi saptanmalı ve toplam emekten soyutlanmamalı. Bir çevirinin zaaflarına dikkat çekerken parmakla gösterir gibi sadece çevirmeni işaret etmek yerine sürecin diğer bileşenlerine de bakmalı. Çeviri eleştirisinin ille de kaynak metin odaklı, karşılaştırmalı olması gerektiğini düşünmüyorum. Satır satır kontrolü, maddi hata envanterini aşan, çeviri ürünleri ve çevirmeni kaynak metnin ve yazarının otoritesi altında ezilen metinler olarak görmeyen erek odaklı çeviri eleştirisi kuramın içinde de var zaten. Ayrıca eleştiri yöntemini büyük ölçüde eleştirmenin sorusu ve amacı belirliyorsa, çeviri eleştirisinin şablon gibi uygulanamayacağını da kabul etmek gerekir. Ne var ki, bu konuyu edebiyat ve çeviri eleştirisi kanallarının oldukça daraldığı bir zeminde konuşuyorsak sözlerin havada kaldığını/kalacağını göz ardı edemeyiz.

Çeviriye başlamadan önceki araştırma sürecinizi ve çeviri esnasında izlediğiniz yolu anlatır mısınız biraz?

Önce ısınma süreci. Yazar hangi sosyal ve tarihsel ortamda ne anlatıyor ve nasıl anlatıyor? Kaynak edebiyat/düşünce tarihi içindeki yeri nedir? Çağdaş bir yazarsa, eleştiriler hakkında ne söylüyor? Sonra iş başı ve bir çalışma takvimi. Bazı çevirilerde bilgiye dönük metin dışı bağlam araştırmasını daha çok yapmak zorunda kalabiliyorsunuz. Yazarın/anlatıcının kullandığı anlatım araçları, metnin akışındaki bağlantılar, betimleyici sahnelerin kaynak metne uygunluğu, karakterlerin konuştuğu dilin Türkçede de olabildiğince aynı etkiyi yaratması, söz dizim, kip kullanımı, yazarın özel dili, perspektif geçişleri, olası erek okuru dikkate alarak yerine göre kaynaktaki konu ve anlatı diline müdahale eden çeviri işlemleri özellikle dikkat ettiğim noktalar. Ara verdiğim kimi günlerde mutlaka geriye dönüp baştan alırım, kendimce gerekli düzeltmeleri yaparım ve sonra bu yönde kaldığım yerden devam ederim. Çevremde bana yardımcı olabilecek, edebiyatsever dostlar varsa, onların fikrini alırım. Ve yine kendimce son okumamı yaptıktan sonra metni yayınevine teslim ederim.

Sizin çevirilerinize dönelim biraz. Herta Müller de çevirdiniz, Stefan Zweig ile Wilhelm Genazino da, Rolf Lappert de… Peter Weiss’ın Direnmenin Estetiği de sizin ve Turgay Kurultay’ın ortak çevirisiyle Türkiye’deki okurlarla buluştu, Rainer Funk’ın Ben ve Biz’i de… Ama biz önce geçmişe gidelim. İlk çeviriniz hangisiydi?

Yayımlanmış ilk kitap çevirim Herta Müller’in Yürekteki Hayvan’ıdır.

Nasıl bir tecrübeydi peki? Bu kitap önünüze mi düştü, siz mi bulup çevirmek istediniz?

Herta Müller’i hiç tanımıyordum. Çeviri yapmak istiyordum ve o arayış sürecinde karşıma çıkan güzel tesadüfler ne iyi ki beni yazara götürdü. Her ne kadar Nobel Ödüllü bir yazarın yazınsal tutumundan söz etmek bana düşmezse de düşündürücü somut/görsel ve soyut/düşünsel imgeler kullanan, lirik derinliği olan, anlatım araçlarını ince eleyip sık dokuyan, sindirilmesi gereken geçişler yapan, boşluklar bırakan, iç ve dış dünyaların detay planlarıyla politik arka planı bütünleştiren, özellikle soyutlamalar üzerinden son derece eleştirel, özgün bir yazar olan Herta Müller’in iki romanını çevirmiş olduğum için şanslı görüyorum kendimi.

Şu an dönüp baksanız o kitabı çeviren Çağlar Tanyeri’ne ne söylersiniz? Ya da onu nasıl eleştirirsiniz?

Bir dış sese ihtiyacım var derim. Çeviri o dönemde benim için son derece eğitici olan yapıcı bir eleştiri/düzelti sürecinden geçmişti. Bunu uzun bir süre sonra, yakın bir zamanda yine duyabilecek olmaktan memnuniyet duyduğumu söylemekle yetineyim şimdilik.

Kitap çevirisinden kazanılan paranın ne kadar az olduğundan bahsetmeye pek gerek yok sanırım. Almanca söz konusu olunca Goethe Institut başta olmak üzere çeşitli kurumlardan çeviriler için fon alınabildiğini biliyoruz. Bu fonlar çevirmenler için ne kadar önemli sizce?

Epeydir fonların ne düzeyde olduğunu bilmemekle birlikte, bunların çevirmenin maddi koşullarını düzeltmek ve kültürlerarası ilişki bakımından çok önemli olduğunu düşünüyorum.

Bu fonların asıl hedefi nedir sizce?

Doğrusunu isterseniz, ben başından beri bu fonların arkasında, onlardan uzak durmayı gerektirecek gizemli veya kötücül bir hedef olduğunu düşünenlerden değilim, belki benim bilgisizliğimdir. Ama sanırım zaten şu günlerde AB ile malum ilişkilerimizden dolayı bu alanda da el etek çekme diyebileceğimiz bir gerileme var.

Peki çevirisini yaptığınız yazarlarla tanıştığınız zamanlar oldu mu? Bunun faydasını gördünüz mü?

Evet, oldu. Kimiyle yakın, kimiyle uzak tanışmalar. Çok faydasını gördüm. Tanıştığınız bir yazarı çevirmek çeviri sürecini çok daha canlı kılıyor. Çevirdiğim değerli bir yazarın, çeviri çevirmenle yazar arasındaki bir tür işbirliği ürünü olmalı, sözü, kültürlerarası diyalog açısından çok değerli gelmişti kulağıma ve zihnime. Bunun da ötesinde çevirmenin yazarıyla çeviri sürecinde kuracağı bağlantı çeviri tarihi açısından da bir belgedir.

Çeviri eğitimini gerekli görüyor musunuz?

İ.Ü Almanca Mütercim Tercümanlık bölümünün ‘90’lı yılların başına rastlayan kuruluş sürecinde bir altyapı çalışması olarak çeviri eğitiminin gerekliliği, toplumsal karşılığı, yapısı, hedefleri, ders programı ve içerikleri gibi konular çokça tartışılmış ve yayına dönüşmüştü. Benim de iyi kötü içinde yer aldığım bu oluşumdan bunca zaman sonra, hele şu anda çok sayıda Çeviribilim bölümü varken aksini iddia etmem elbette mümkün değil. Çeviri eğitimi esas olarak bir farkındalık eğitimidir diyebiliriz. Çevirmen adayı, eğitim sayesinde sezgisel bir çeviri faaliyetinden düşünsel bir çeviri faaliyetine adım atma becerisine sahip olduğunda öznel yaşam ve eylem koşullarını nesnelleştirebilir, kendisinin tarihsel bir özne olarak, içinde bulunduğu maddi koşullardan tutun, çeviri davranışına kadar mevcut ortamdan/normlardan bağımsız olmadığını görebilir, bu da taşıdığı sorumluluk ve aldığı kararlar açısından önemli bir önkoşul.

Yayınevlerinin Almancadan Türkçeye çevirmen bulmakta çok zorlanmasını neye bağlıyorsunuz? Mezunlar edebiyat çevirisine girmek istemiyor mu?

Sanırım sayısal azlık yüzünden kuşaktaş meslektaşlar isteseler bile talebe cevap veremiyor. Gençlere gelince: Başta da belirttiğim gibi, epeydir kurumsal eğitim görevinin içinde bulunmadığım için bu sorunuza sağlam bir yanıt verecek verilere sahip değilim.

Editörler beklentilerinizi karşılıyor mu peki? Almanca söz konusu olunca editör de sınırlıdır diye düşünüyorum.

Belki birkaç örnek dışında, eğitici bir süreçten geçtiğim, bana tecrübe kazandıran çevirmen-editörlerle, konu uzmanı editörlerle, aralarında akademisyen arkadaşlarımın da olduğu kuşaktaşım editörlerle ve genç, enerjik, bilgili editörlerle verimli bir diyalog içinde çalışan, ürün odaklı bir iş birliği yapma fırsatını elde eden, şanslı bir çevirmen olarak görüyorum kendimi. Editörün ille Almanca bilmesi gerektiğini düşünmüyorum ama bu, çevirmenin işini ve sorumluluğunu artırıyor, o nedenle dili bilen bir editörle çalışma süreci çevirmen-editör işbirliğinde yolu kısaltıyor hiç şüphesiz.

Çevirinin ideolojik yansımalarını 100 Temel Eser çevirilerinde epey görmüştük. Doç. Dr. Esra Birkan Baydan da yüksek lisans tezinde bunu incelemişti. Başta bu çevirilerde olmak üzere çeviri tarihinde tartışılan değişikliklere, müdahalelere dayanarak soruyorum size: Çeviri politik bir eylem midir? 

Bu akademik çalışmayı okuma fırsatım olmamış ne yazık ki.  Ben o sıralarda bu konuyla ilgili, “Gelenek Uyanır ve Moderniteye ‘Hayırlı Sabahlar’ Diler” başlıklı, kısa bir yazı yazmıştım. Bu başlık, (en azından) sorunuzu yönelttiğiniz malzemede kullanılan tercihlerin hiç kuşkusuz politik/ideolojik bir eylem olduğunu söylemenin yanı sıra başka, hatta belki karşıt dillerin de siyasetten azade olmadığını öne sürüyor. 

Yayınevleri tarafından herhangi bir sansür talebiyle karşılaştınız mı peki?

Evet, sayısı çok sınırlı olmakla birlikte birkaç kez karşılaştım.

Örneklemek ister misiniz? Ne tür sansürler oluyor bunlar? Cinsellik mi, politik gönderme mi veya başka bir nokta mı?

Politik bir kavramın çeviri sorunu oluşturduğu ve nasıl çözüldüğüne dair ilginç bir örnek verebilirim, soyutlama yapmayı tercih ederek. Süreli bir yayın için Alman bir tarihçi akademisyenin kaleme aldığı bir metni çevirmiştim. Editörüm de yine tarihçi bir akademisyendi. Metinde geçen Völkermord kavramının benim çevirdiğim karşılıkla değil, başka bir karşılıkla yayımlandığını gördüm. Öte yandan editörüm bir dipnot düşerek kaynak metindeki Völkermord kavramının, çeviri metinde görülen Türkçe karşılıkla kendisi tarafından çevrildiğini açıkça belirtmiş. Bu örneğin süreçleri hakkında daha çok tartışabilmeyi isterdim ama fırsat olmadı ve üzerinden uzun zaman geçti.

Şu an Çağlar Tanyeri’nin masasında hangi kitaplar var? Hem okur hem çevirmen kimliğinize seslenerek soruyorum.

Şu anda masamı, çok yakında tamamına erdireceğimi umduğum Stefan Zweig öyküleri kaplamış durumda. Bir süredir fırsat buldukça, her birini hevesle çevirdiğim yazarların, Rolf Lappert’in, Christoph Ransmayr’ın, Dieter Forte’nin, Peter Weiss’ın, Herta Müller’in yapıtları arasında turladığım, boşlukları kapatmaya çalıştığım bir dönemden geçiyorum. Nicedir uzak kaldığınız yoğun bir ilişkiyi pekiştirmek gibi. Sık sık Kafka’nın Almanca dünyasına döndüğüm de oluyor. Ve tabii yetişebildiğim kadarıyla Türkçe ve çeviri edebiyat, galiba daha çok geçmişi yâd edercesine.

Öğrencilere, çevirmen adaylarına, dille ve metinle uğraşmak olmak isteyenlere ne önerirsiniz peki?

Edebiyat çevirisiyle sınırlayacak olursam, öğrencilere ve çevirmen adaylarına, genç enerjileriyle öncelikle kendi okumalarını yapmalarını, edindikleri çeviri eğitimini kaliteli çeviri örnekleri ve editörlerin tecrübeleriyle beslemelerini öneriyorum. Ve tabii her fırsatta bolca pratik yapmalarını.

Bu söyleşi 26 Eylül 2019da K24’de Cansu Canseven’le yapılmıştır.

https://t24.com.tr/k24/yazi/caglar-tanyeri,2402

NHKM’de ‘Gezi’de Direnmenin Estetiği’ Söyleşisi

Direnmenin Estetiği’nin işaret ettiği tarihsel gerçeklik, yaygın bir halk hareketi olarak Haziran Direnişi’yle birlikte bugün olanca ağırlığıyla gündelik hayatımızda yeniden hissediliyor. Panelde, bu toplumsal süreç Direnmenin Estetiği romanıyla bağlantı içinde ele alınacak. Roman, kendi içine kapalı bir edebiyat değerlendirmesiyle değil, bugün yazılmakta olan tarihte geleceğimizi hangi mercekten görebileceğimiz açısından tartışılacak. Bu romanın verili tarihsel gerçekliği nasıl tanımlanabilir, romanın söylemini oluşturan başlıklar nelerdir? Mücadele tarihinin tüm bir mirası, bugün Direnmenin Estetiği’ne verdiğimiz cevaplarla geleceğimize nasıl taşınabilir? “Mücadele kültürü” nedir ve kültürün mücadele içindeki yerini nasıl tarif edebiliriz? Kısacası, yaşamakta olduğumuz #direngezi sürecinde “Direnmenin Estetiği” bize ne söylüyor ve Gezi Parkı direnişi “Direnmenin Estetiği”ne nasıl cevap veriyor?”

https://haber.sol.org.tr/kultur-sanat/nhkmde-gezide-direnmenin-estetigi-soylesisi-haberi-76586

Karşı Pencere/Çağlar Tanyeri, Turgay Kurultay

ÇAĞLAR TANYERİ: Çeviri eleştirisi kavramının ortaya çıkışıyla ve tarihsel süreçte model ve yöntem arayışlarıyla başlayabiliriz belki. Çeviri eleştirisi derken çevrilmiş edebiyat ürünlerinin eleştirisini kastettiğimizi söyleyerek metin türü açısından bir sınırlama yapmış olalım. Çeviri eleştirisi Türkiye’de dar bir akademik çevrenin dışında hala yaygınlaşabilmiş veya etkisini gösterebilmiş bir alan değil. Tabii bu gözlemi yaparken son yıllarda arada bir alevlenen ve görece geniş bir toplumsal ilgi uyandıran canlı çeviri tartışmalarını da unutmamak gerek, karışık bir sıralamayla ilk aklıma gelenler: edebiyat alanı olmamakla birlikte ‘one minute’ vakası, Heidi’nin ‘hayırlı sabahlar’ı, Perec’in ‘e’siz “Kayboluş”u…Buraya nasıl olsa döneriz tekrar konuşmanın akışında. Bu noktada Batıda ellili yıllardan itibaren kurumsallaşmaya başlayan ve seksenli yılların başında da Türkiye’ye giren çeviribilim alanından söz etmek gerekiyor kısaca belki. Çeviri olgusuna dönük düşünsel birikimin kökleri çok eskilere uzanmakla birlikte 20. yüzyılın ortalarında önce dilbilim ve edebiyatbilimin bölgesinde filizlenen, sonra bağımsız bir alan haline gelen, kendi tarihi içinde oldukça dallanıp budaklanan ve zenginleşen ve edebiyatıyla, yazarıyla, tarihsel ve toplumsal bağlamıyla kaynak kültür odaklı normatif bir eşdeğerlilik anlayışından uzaklaşarak çevirmeniyle, çeviri ürünüyle, okuruyla bir bütün olarak erek kültür koşullarını dikkate alan ve kendini disiplinler arası bir alan olarak tanımlayan çeviribilim bugün Batı’da ve Türkiye’de kurumlarıyla ve programlarıyla kendi özerkliğini ve meşruluğunu kabul ettirmiş bir alan. Bu bağlamda tıpkı çeviri teorisi, çeviri tarihi, çeviri eğitimi gibi çeviri eleştirisi de çeviribilimin alt disiplinlerinden birisi. Çeviri eleştirisinin teorik kanadındaki model ve yöntem arayışlarında ekole, çeviri anlayışına, amaca ve bakış açısına göre değişkenlik gösteren çeşitli yaklaşımlar çıkıyor doğal olarak. Ama benim gördüğüm kadarıyla çeviri eleştirisi gelmiş olduğu şu aşamada kendi faaliyetini çeviri metnin erek metinle salt dilsel karşılaştırılması olarak sınırlamıyor, dolayısıyla iyi kötü, güzel çirkin, doğru yanlış ekseninden çıkıp çeviri metni tarihsel toplumsal koşullarıyla birlikte betimliyor, açıklıyor, anlaşılabilir ve tartışılabilir bir şey haline getiriyor. Bu arada çeviri eleştirisinin bir tür olarak Almanya örneğinde de popüler yayıncılıkta yaygın olmadığını belirtmeden geçmeyeyim. Çeviri eleştirisinin Batılı serüvenini, tabii epey bir indirgeyerek, özetlemiş oldum. Çeviribilimin dolayısıyla çeviri eleştirisinin bizdeki serüvenine/algısına değinmeden önce edebiyat üretimi ve entelektüel faaliyet açısından cumhuriyetin çeviri dünyası üzerinde gezinelim mi biraz?

TURGAY KURULTAY: Bu değindiğin noktaların edebiyat ve entelektüel faaliyet açısından, daha genel söylersek kültürel yaşam açısından karşılığına işaret edelim önce istersen. Çeviriye ülkemizin yakın tarihinde verilen değer ortada. Türkiye’de çeviri modernleşmenin ve Batılılaşmanın beslenme damarı olarak benimsendi ve hala büyük ölçüde böyle algılanıyor. Söz gelimi edebiyatla sınırlayarak söyleyecek olursak 19. ve 20. yüzyıl Batı edebiyatının, özellikle de romanının çeviri yoluyla Türkçeye, dolayısıyla da bu toplumun edebiyat algısına aktarılması sürecinden söz edebiliriz. 19. yüzyılın gerçekçi romanının, 20. yüzyıl başlarının gerçekliği sorgulayan romanının (edebiyatta modernite) uzun zamandır çevirileri yapılıyor, okunuyor ve bunlardan etkilenerek yerli yapıtlar ortaya çıkıyor. Şimdi burada bir Joyce’un, Kafka’nın veya Brecht’in Türkçedeki metinleriyle bu yazarları buraya taşıdığımızdan ilk anda pek de kuşku duymak için bir neden yok. Ama işte yakından bakıldığında, daha önemlisi bütün içinde (yani uzaktan) bakıldığında çeviri yoluyla neyin ne kadar aktarılabildiği, bu edebiyatın burada da aynı çizgide ne kadar yaşam bulduğu gibi sorular önem kazanıyor. Bu soru, edebiyat okurundan ziyade sanki eleştirmeni, yayıncıyı belki biraz da yazarı ilgilendirebilir gibi duruyor. Ama edebiyatı bugün eleştirisiz anlamak ve izlemek de ne kadar düşünülebilir? Özdeşleşmeci okur yerine aktif okur, okurken kendi metnini oluşturan okurdan söz edebileceksek eleştiriyi, refleksiyonu, yani algıladığının üzerinde durup düşünmeyi de edebiyatla ilişkinin parçası sayan bir okur için az önceki soru önem taşısa gerek: Yani çeviriyle kendisine neyin geldiği sorusu. Evet, bu işi zorlaştırıyor, farklı bir okuma enerjisi ve perspektifini de gerektiriyor. Ve ille de sürekli ve öncelikle sorulması gereken bir soru da olmayabilir. Ama çeviri edebiyat okumalarımızı bunsuz düşünebilir miyiz, mesele burada. Belli ortamların ve tarihsel gelişimlerin ürünü olan edebiyat yapıtlarının aktarılmasındaki ilkesel güçlük göz ardı edilmemeli ve çevrilen yazarlar, yapıtlar artık aktarılmış oldu varsayımıyla hareket edilmemeli. Bu tür bir yanılsamayı yansıtan ve besleyen ifadelerimiz gayet yaygın: Çeviri kitapların üstünde “Türkçesi” ibaresi veya “bilmem kim harika Türkçesiyle şu yapıtı Türkçeye kazandırdı” şeklindeki ifadeler… Burada çevirinin gerçek ürün olarak sınırlılıklarından ve sıkıntılarından vareste konuşuyoruz çünkü. “Aktardık oldu bitti”. Veya tersine “aktarılmadı” demek. Sanki bir tarafta sorunsuz aktarılmış dokunulmaz çeviriler var, bir tarafta da becerilememiş, hiçbir işe yaramayacak çeviriler var. Böyle bir karşıtlık gerçeği yansıtmıyor, gerçeğe yaklaşmamız çeviri üzerine ve çeviride somutta olan biten üzerine gerçeği görmekten kaçınmayan bir tutumla düşünmekten geçiyor. Bunu pek yapamadığımız kanısındayım.

Ç.T: Burada belki reklam açısından pazarın zorlayıcı koşullarını unutmamak gerek. Öte yandan sözünü ettiğin örneklerde çevirmenin varlığını onaylayan bir şeyler de var. Yabancı meslektaşlardan Fransa ve İtalya’da çevirmen adlarının hala kitap üstüne yazılmadığını öğrendim geçende. Yoksa ilkesel güçlük konusuna hiç itirazım yok elbette. Ama kaldığımız yerden devam edelim. Modernist edebiyatın çevirisi…

T.K: Örneğin Brecht, Türkçeye hangi surette aktarılmıştır ve algılanmıştır bugüne kadar. Bunu merak etmeli, araştırmalı ve tartışmalıyız. Şu çeviri bu çeviri “ne kadar başarılı veya değil”in ötesinde bir soru bu. Brecht’in edebiyatını, tiyatrosunu belirleyen yadırgatma efekti kendi dilinde, ortamında ve etki biçiminde Türkçeye herhalde aktarılamamıştır ve belki aktarılabilecek bir şey değildir. Genco Erkal’ın Brecht sahnelemelerini hatırlıyorum. İçerik tamam diyelim, ama oyunculuk tarzıyla gayet afektif (duygu kökenli) bir sunum gözden kaçmıyor. İzleyici, tabiri caizse gaza geliyor belli anlarda. Brecht’teki soğukluğu, rasyonel mesafeyi düşününce bu sunum nasıl bir Brecht ortaya çıkarıyor diye sormak gerek? Burada tek önemli olan şey orijinal Brecht değil. Brecht’in kendi kültürel tarihsel ortamıyla örtüşmeyen, hatta geleneksel farklar taşıyan bir ortama taşınması ne kadar olanaklı ve ne tür eğilimler, hatta tercihler söz konusu, bunu sormalıyız. Brecht en iyi çevirmenlerimizce çevrildi, en iyi yönetmen ve oyuncularımızca sahnelendi, o halde Türkçeye kazandırıldı demek de, o Brecht Brecht değil demek de gerekmiyor burada. Çeviriyle nasıl bir alışveriş ve değişim, dönüşüm yaşanıyor, soru bu.

Ç.T: Katılıyorum, ama Brecht’in Türkçedeki üretimi, algısı ve etkisinin kendi kaynağındaki algı ve etkiden farklı olabileceğini söylediğimizde, ‘demek ki Brecht saptırılmış’ olarak da anlaşılabiliyor. Yani hemen çevirmene çullanmaya meyledebiliyoruz, sanki onu çevreleyen bin türlü koşul yokmuş gibi. O nedenle özellikle vurgulamak istiyorum yeniden: Brecht algısının yargılanması olarak görülmemeli bu söylem, erek kültür koşullarıyla birlikte Brecht’in bütünsel bir analizi ve değerlendirilmesi belki. Bu yolda akademik çalışmalar da yapılmıyor değil ayrıca, ama ne kadar toplumsallaşıyor, o ayrı bir soru? Her halükarda iyi kötü mevcut çeviri eleştirisinde çeviri ürünün öznesi olarak çevirmen emeğinin ve yaratıcılığının (bu da zor ve kaygan bir zemin) mevcut çeviri eleştirisinde ihmal edilmesi konusuna bir ünlem koyuyorum ben her zaman biliyorsun. Çeviri sorunlarını nasıl konuştuğumuzu bir örnekle açabilir miyiz burada yeri gelmişken?

T.K: Benim aklıma Perec çevirisi geliyor mesela, sen de andın başta. Orada hem geniş bir toplumsal ilgi oluşmuştu, hem de çeşitli çevrelerin görüşleri bir araya gelmişti. Gayet de şedid bir tartışmalar zinciri yaşanmıştı. Genel manzaraya göre de, çeviride herkesin fikri ayrı, uzlaşmaz cepheler var gibiydi. Çok ilginç aslında bir çeviri vakası olarak. Hatırladığım şekilde özetleyeyim. Önce bir köşe yazısında dikkat çekilmişti (Karınca Çevirmenler)1. Umur Talu’nun köşe yazısında çeviride emeğe saygı yazısı olarak çıktı. Cemal Yardımcı’nın Perec çevirisinde şu kadar sayfalık romanda “e” harfinin hiç kullanılmaması gibi olağanüstü bir çeviri abidesi olarak. Bu o kadar ilgi çekti ki Cemal Yardımcı Okan Bayülgen’in talk show’una bile konuk olmuş. Cemal Yardımcı bu işi o kadar ciddi yapmıştı ki, “çevirmen” kelimesini bile kullanmaktan kaçınmıştı, ardından Perec’in metnine ciddi müdahaleler (çevirmenin eklediği bölümler) olduğu yönünde sert bir eleştiri yayınlandı.2 Çevirmenle dergi söyleşileri, çevirmenin eleştirilere sert cevap yazısı, Radikal kitapta yayınlanan soruşturma (akademisyenlerin, meslek örgütlerinin, çevirmenlerin ve yayıncıların görüşleri), Yapı Kredi Kültür Merkezi’nde düzenlenen söyleşi bunları izledi ve çok az çeviriye nasip olacak bir ilgi oluştu. Ankete bakılırsa ciddi bir kamplaşma görülebiliyordu, ama daha çok da herkes başka bir bireysel pozisyon alıyordu. Şimdi düşün: Çeviriye yeni başlayan birisi bu anketi okusa, çeviride nasıl davranacağına ilişkin nasıl sonuçlar çıkarabilir? Tüm bu karşıtlık ve “uzlaşmaz” pozisyonların arasında billurlaşan bir yaklaşım biçimi var: Çeviride çevirmen metne müdahale edebilir mi edemez mi, çevirmenin bu yaptığı ne anlama gelir, bu metne bir müdahale midir gibi soruların sorulması, Türkiye’de çeviriye bakışı yansıtıyor. Verilen yanıtları tek potada tanımlamak mümkün olmasa da ağırlıklı eğilim oldukça açık: Bu da şu: “Olur veya olmaz gibi bir yargıda bulunmak durumundayız.” Oysa burada iki nokta ıskalanıyor. Birincisi, bütün bu tartışmada şu soru sorulmadı: Metin ne diyor, Fransızca’da “e” kullanılmaması dille ilişki ve metnin söylemi açısından ne ifade eder? İkincisiyse çevirmen ne düşündü de bu kararı verdi, ki biz karşı olalım veya onaylayalım meselesi. İşte burada eleştirel bir düzleme ihtiyacımız var. Akademik bakış bu eleştirel düzlemi temsil etmek durumunda değilse bile besleyen damar olmalı. Öncelikle bizde edebiyat aktarımının yalıtık dilsel düzeyde kaldığının bir göstergesi var burada. Evet, çevirmen müthiş bir iş yapmıştı teknik olarak, ama metne, düşünceye katkısı neydi bunun? Ve biz Perec’i “e”siz okuyarak ne kadar ve nasıl bir Perec okuyorduk. Çevirmenin kendi çevirisi hakkındaki açıklamalarını (bir söyleşiydi galiba) okumuştum. Gayet derinlikli bir yaklaşım vardı çeviri sorunları üzerine ve çevirmenin rolü üzerine. Ama orada da metinle somut ilinti yoktu. “E” harfine, onun Fransızca’daki yerine vs. takılıp kalırsak ve bu unsurla veya bunsuz, o metnin bize ne söyleyebileceğine ilişkin bir stratejik (çeviri amaçlı diyelim) bir okuma yapılmamışsa ve tartışma bu damara bağlanmıyorsa biçimsel sorular etrafında döner dururuz. Sonuç olarak bu tür bir tartışmada iki temel kazanım sağlanabilir: Öncelikle Perec’in “Kayboluş” romanını ne yönüyle tanıyoruz sorusunun üzerine gidilip, okuma edimi beslenebilir. Daha üst çerçevede de Batı edebiyatı ve düşünüşüyle ilişkimizi nasıl kurduğumuza ve tabii çeviri anlayışımıza ilişkin bilinçlenme etkisi oluşabilir.

Ç.T: Tamam katılıyorum. Yargı istiyoruz, çünkü çeviriye hala normatif bir yerden bakıyoruz. Bu arada normatif bir yerden bakmak zorunda olduğumuz çevirileri de unutmamak lazım, editörler çoğu zaman ellerine ‘metin’ gelmediğinden şikâyet ediyorlar. Dolayısıyla çeviri eleştirisinin yönünü biraz da çeviri ürünün kalitesi belirliyor ister istemez. O anlamda Cemal Yardımcı’nın çevirisinin peşinen bir ‘metinleştirme’ olduğunu varsayarak verimli bir tartışma zemini yarattığını düşünüyorum ben, ayrıca kaynak metne bir noktadaki bağlılıyla öteki noktadaki ihaneti tutarsızlık mı sayılmalı yoksa açıklanabilir bilinçli bir tercih mi? Kaldı ki bu durum çevirinin idealize edilmiş tasavvurundan ziyade onun gerçek hallerine işaret etmiyor mu? Senin de söylediğin gibi ille de bir çeviri normu falan çıkarmak zorunda değiliz buradan. Öte yandan olası tercihler içinde Cemal Yardımcı’nın tercihinin uygunluğu ve yaratıcılığı açısından da görüş bildirilemez değil. Ama benim burada asıl dikkatimi çeken nokta en azından bu metinde kaynak metne geri dönmemiz gerektiği. Bazen kaynak metinden bağımsız bir çeviri eleştirisi de gayet mümkün, eleştirinin amacı ve yönüyle ilgili bir şey bu. Tam da burada akademik birikimin katkısına gerek var. Nitekim yayın dünyası çeviribilim alanını pek tanımıyor, o cephedeki gelişmelerden pek haberdar değil. Peki, bunun sorumluluğunu kim taşıyor, çeviri algısını pek değiştiremeyen akademik dünya değil mi? Bunun da nedenleri var hiç kuşkusuz. Bu noktada biraz da çeviribilimle (yani üniversitelerde çeviri alanının ayrı bir bölüm haline gelip araştırma alanı olarak da özelleşmesiyle) birlikte çeviri eleştirisinin Türkiye’de nereye doğru evrildiğinden söz edelim istersen. Çeviribilimin kurumsallaşmasından önce bilindiği gibi Cumhuriyet tarihinde ulus devlet projesinin önemli bir parçası olarak beliren çeviri hareketi yılları ‘tercüme odası’nda canlı tartışmalara sahne oluyor. Tercüme Dergisi’nin başlattığı geleneği, Yazko Çeviri, Metis Çeviri ve ancak iki sayısı ayakta kalabilen Dün ve Bugün Çeviri sürdürdü diyebiliriz. Türkiye’de yetmişlerin sonları seksenlerin başlarında çeviribilimin kuruluşuna zemin hazırlamış ve öncülük etmiş olan duayen akademisyenlerin üniversiteden önce veya eşzamanlı olarak bu dergilerin düşünsel birikimine katkıda bulunduğunu biliyoruz. Dergilerin kapanmasından sonra gittikçe zenginleşen ve çeşitlenen akademik birikimin belki de paradoksal bir biçimde içe çekildiğini, buna bağlı olarak da çeviri eleştirisinin kendini büyük ölçüde eğitimle ve akademik yayıncılıkla sınırladığını görüyoruz. Öte yandan son yıllarda Çevbir’in kuruluşu, e-yayıncılık yapan Çeviribilim Dergisinin ve Ç.N’nin akademik dünyayla kurduğu verimli ilişkiler, çeviribilim bölümlerinin nicel artışına paralel olarak artan akademik faaliyetler yeni açılımların işaretini veriyor. Yine de son tahlilde gerek akademik gerekse popüler yayıncılık çerçevesinde uygulamalı ve teorik çeviri eleştirisinin payının kenarda kaldığını söyleyebiliriz rahatlıkla. Çeviri eleştirisinin zahmetli bir iş olarak görülmesi, özellikle özel üniversitelerle birlikte, ama devlet üniversitelerinde de akademisyenlerin idari ve eğitsel yüklerinin artması sonucunda toplumsal iletişimin kanallarından birisi olan eleştiriye harcanacak vaktin ve enerjinin daralması, edebiyat bölümleriyle çeviri bölümlerinin çalışma alanlarında baş gösteren, bana göre yapay sınırlamalar (çeviri edebiyat ürününün ne tek başına edebiyatbilimin ne de çeviribilimin tekelinde olmadığını, bu iki alanı kullanarak verim elde edileceğini düşünenlerdenim) üretiminin önüne çıkan kısıtlardan bazıları. Bu arada edebiyat eleştirisinin gölgesinde kalan bir çeviri eleştirisinden de söz edebiliriz sanırım. Türkiye’de öyle ya da böyle bir edebiyat eleştirisi geleneği olduğunu, eleştiri model ve yöntemlerinin hem çeviri üzerinden hem de telif eserlerle akademinin dışında bir hayat alanı bulduğunu söyleyebiliriz. Öteden beri benim bu alanda sıkıntısını çektiğim bir noktaya da işaret etmiş oluyorum burada. Akademik çalışmalar toplumsallaşmıyor bir türlü, dolayısıyla da çeviri alanında yayın dünyasının algıları üzerinde bir etki yapamıyor. Yaşanan sorunlara dönük yeni açılımların gerektirdiği bir algı değiştirmesine veya yaklaşımların gözden geçirilmesine falan yol açmıyor. Sanıyorum bu kaygıya sen de katılıyorsun.

T.K: Doğru ama nedenleri üzerinde durmak önemli görünüyor bana. Şimdi bu tartışmayı akademinin senin demin sıralamaya çalıştığın özgül sorunları açısından değil de, toplumca elimizdeki bilgi meselesi açısından ele alarak söylersek, meseleyi şurada görüyorum: Üretilen çeviriler üzerine düşünmek istiyorsak, böyle bir merakımız varsa, iki beslenme kaynağımız olduğunu düşünüyorum. Birincisi çeviride yaşanan sorunların (çevirmenin aktarmada yaşadığı zorluklar, okurun anlamlandırmakta zorlandığı veya kendi beklenti ufku içinde erittiği) dile gelmesi; yani çeviriyi okurken üzerine de birbirimizle çeşitli kanallardan konuşmak. İkincisi de daha özel bir uğraş olarak çevirileri eleştiri ve inceleme konusu yapmak (tabii bu görü, emek ve yöntem gerektiren zor bir iş). Akademi ikincisinde devreye girmeli, ama birinci düzlemde konuşmalar olmalı ki teknik çalışma da toplumsal meraka seslensin ve biraz da bazı tıkanıklıkları açmada yardımcı olsun.

Ç.T: Ben de burada, maddi manevi çevirmen emeğinin görünürlüğü ve savunuculuğu açısından özellikle edebiyat eleştirisinin dünyasına, okura metnin çeviri olduğunu hatırlatan bir bakışın sızmasından, akademik çeviri eleştirisinin dünyasına da okura metnin edebiyat olduğunu hatırlatan bir bakışın sızmasından yanayım. Bir etkileşimden söz ediyorum galiba. Ürünün çeviri olduğunu hatırlatan, çevirmenin metne katkısını ihmal etmeyen hibrid bir metin türü verimli olabilir belki. Buradan da bilginin toplumsallaşmasının önü biraz açılır mı bilmiyorum. Eleştiri burada çeviri ürünün çevirmene ait olduğu konusunda göz açıcı olabilir. Bunun özgün metinle çevirmen arasında bir işbirliği olduğu konusunda toplumsal sağduyuya seslenebilir, uyandırıcı bir etki yapabilir. Ama buradan gidince bu yaklaşımın zayıf bir noktası da var: Emeği bu açıdan onaylamakla birlikte, elitist bir noktaya düşebilir. Yani önüne gelen edebiyat çevirisi yapamaz noktasına. Ama belki de öyledir. Bu eski bir tartışma biliyorsun.

T.K: Burada ben galiba farklı düşünüyorum, daha doğrusu göreceli bir yerden bakıyorum. Yapılan çevirinin ne vaat ettiğine ve çevirmen-okur arası etkileşime bağlı bir mesele bu. Elbette genel beklentilerimiz açısından edebiyat çevirmeninin iyi bir edebiyat okuru, dahası yarı yazarı düzeyinde bir ilişki kurmasını, ciddi bir edebiyat birikimi olmasını bekleriz. Bunda itiraz edilecek bir şey yok. Ama bunu mutlaştırmak da doğru olmaz. Özel durumlar, sınır durumlar vs. olabilir. Kaldı ki bu anlamda birikimli bir çevirmen, üstesinden pek de gelemeyeceği metinlerin altına girerse ne yapacağız? O çevirileri tümden işe yaramaz ilan etmek ne kadar doğru? Burada ilkeyi şöyle ifade etmeyi tercih ederim: Çevirmen metinle gerçek, edebiyat hazzını harekete geçiren bir ilişki kurmuş mu? Kısmi hatta özgündeki eğilimden farklı olsa bile.

Ç.T: Hiç itirazım yok buna.

T.K: Ve tabii bu algısıyla edebiyat okuruna seslenecek bir damar yakalamış mı? Bana kalırsa yaşadığımız esas sorun da bu noktada yatıyor: edebiyat birikimi iyi de olsa çevirmenlerimiz, ben bu metni gerçekten sevdim mi, bana, bize ne sunuyor bu metin sorusunu fazla sormadan, metinle ilişkiyi özelleştirmeden (daha doğru tabir olarak “tikelleştirmeden” demek gerek) metinlere girişebiliyorlar ve bu gayet meşru bir durum olarak görülüyor. Özgün metnin kendisini Türkçeye kazandırmak fikri yerine, kendimizce sahici ve hesaplaşmacı bir ilişki kurmaktan söz ediyorum. Çeviri eleştirisi de bu soruna işaret ederek, bu kadar çok çeviri yapıyoruz da ne yapıyoruz sorusunu bilince taşıyabilir. Buradan tekrar akademik bakışa dönersek, akademik incelemeler çevirideki birçok boyutu etraflıca ve ayrımlaştırarak ortaya koyabiliyor. Ama iki eksik sıklıkla kendini belli ediyor: Birincisi, inceleme metninin dili akademik kalıyor biraz evvel senin de işaret ettiğin gibi; ikincisi somutta verilen kararın uygunluğuna ilişkin bir tartışmadan uzak duruluyor (riskli alana girilmiyor).

Ç.T: Kararın uygunluğuna dair bir ölçüt yok ama bu arada. Eğer olursa norma kayma tehlikesi çıkar ortaya, yani sonuçta kararın uygunluğuna karar vermek için en azından bu örnekte özgün metne dönmek zorundayız.

T.K: Dönmek anlamlı oluyor, evet. Ama eleştiriyi özgün metne endeksli olarak geliştirmiyoruz. Zaten işin sırrı tam da burada galiba: Özgün metne bakıp özgün metne bağımlı düşünmemekte. Daha doğrusu özgün metin karşısında kötürüm davranmamakta. Şöyle formüle edeyim: Özgüne bağlı, ama bağımlı değil. Kararın uygunluğu çeviri süreçlerinden ve alıcı toplumun okuma tarzından kopuk bir şey değil. “Bağımlı”dan kastım şu: kaynak metnin özelliğini ille de yeniden üreteceğim şartlanması.

Ç.T: Perec örneğine dönüp bir an için tersten düşünelim, diyelim ki Cemal Yardımcı “e” meselesiyle ilgilenmedi, o zaman ne olacaktı?

T.K: Çok güzel bir soru: Bu metnin çevirisinde ille de şöyle olmalı demek gerekmiyor, ayrıca zaten ne eleştirmen olarak ne akademisyen olarak böyle doğrudan bir yönlendirme şansımız da yok. Farklı çözümlere açık olmalıyız. Ama bu farklı çözümler kendi mecralarında çevirmenlerin kişisel, keyfi kararlarından ibaret değil. Çeviri de (tıpkı edebiyat gibi) tüm özellikleriyle birlikte hazır bulunan dille, okur çevresiyle bir etkileşim, hatta zımni bir sözleşme. Okurun okuma birikimini, tarzını bildiğim ölçüde bu benim çevirideki tavrımı etkiler. Bu alışkanlıklara kafa tutan bir çevirmen de olabilirim. Ama orada kendiliğinden bir ortam bulamayacağım bilinciyle hareket etmem önem taşır bu durumda.

Ç.T: Toparlayıcı bir kapanış yapacağın hissi içindeyim!

T.K: Yapayım. Daha önce girdiğimiz elitistlik meselesini çeviri eleştirisine de bağlayarak bir noktayı vurgulamak isterim bu arada. Çeviri eleştirisi söz konusu olduğunda çevirmenlikten de daha özel, daha zor bir işle mi karşı karşıyayız acaba? Yine özel durumları, farklı işlevleri düşünerek söylüyorum: her çevirmen, hatta her okur çeviri eleştirisi yapabilir, daha doğrusu anonim (ya da ortak toplumsal diyelim) bir çeviri eleştirisine katkı sağlayabilir. Evet çeviri eleştirisi için yöntem, özel bir uğraş ve deneyim gerekli. Ama spontan (özellikle spontan) tepkilerin de bir ürünün (çevirinin) algılanmasında, karşılık bulmasında ve üzerine düşünülmesinde payı olduğunu düşünüyorum. Okur anlamadığı bir yeri anlamadığını söylese bu çok değerli bir şey, hem çevirmene geri bildirim açısından hem de o metnin konuşma konusu yapılması açısından, veya bir çevirmen başkasının çevirisinde kendi eğilimlerine uygun düşmeyen kararlara bodoslama itiraz edebilir. Bu onun haklılığını göstermez, ama çeviri üzerine farklı bakış açılarının karşılaştığı bir tartışma zemini sunar. Yeter ki öznellik otoriter tavırlara dönüşmesin, yani eşitlikçi bir zeminden konuşulsun ve kırıp dökmeden her türlü itiraz yapılsın. Buna ne kadar “çeviri eleştirisi” deriz ayrı mesele, ama eleştiride istediğimiz şey, yapılanın üzerinde konuşmak, farklı perspektiflerden bakabilmek ve geri bildirim sağlamak sürecinin bir parçası olduğundan kuşkum yok. İşte bu noktada doğrudan metinleri değerlendiren/eleştirilen yazıların önemli bir yeri olduğunu düşünüyorum. Örneğin Perec’i çevirisinden okumuş bir edebiyat eleştirmeni metni konuşuyor diyelim; özel olarak çeviri boyutuna bakmadan, hatta safça çeviriyi özgün metnin yerine koyarak. Sonuçta üzerine konuştuğu şey çeviriyle var olmuş bir Perec metni olduğu için çevirinin yarattığı etki gündeme gelmiş oluyor. Bu tür yazıların da çeviri eleştirisi bağlamında değerlendirilmesini önemsiyorum. Ve tam da senin işaret ettiğin nokta, edebiyat eleştirisinden kopuşa karşı bir ilişki zemini aranabilir burada. Dolayısıyla akademide çokça dillendirilen “bilimsel çeviri eleştirisi” taleplerine de – itiraz demeyeyim ama – bir çekince koyduğumu söyleyeyim. Aslında zaten tek bir çeviri eleştirisi tipi yok veya çeviri eleştirisinde tek hedef yok. Akademik çeviri eleştirilerinin fiili alana görünür, elle tutulur bir katkısı olmadığını da düşünürsek, işin bu boyutu daha da özen kazanır. İşte tam burada çeviri eleştirisi edebiyat okuruyla buluşabilir. Senin de işaret ettiğin gibi, edebiyat eleştirisinden yapay kopuş kırılabilir.

Bu söyleşi 2010’da Sıcak Nal dergisi Sayı 4 içinde yayınlanmıştır (s. 68-74)

Türkiye’nin Çevirmenleri

Haliç Üniversitesi Mütercim Tercümanlık Bölümü’nün düzenlediği “Türkiye’nin Çevirmenleri” başlıklı konferans dizisinin ikincisi gerçekleştiriliyor. 12 Kasım 2007 günü, Dr. Çağlar Tanyeri ve Prof. Dr. Turgay Kurultay “Yazınsal Çeviri ve Çeviri Eğitimi” başlıklı bir konferans verecekler. “Türkiye’nin Çevirmenleri” Aralık ayında Fatih Özgüven ve Cevat Çapan’ın konuk edilmesiyle devam edecek.